13 Şubat 2011 Pazar

Kulak Kızartan Hamle

Bugüne dek defalarca kez okuduğum ve her okuyuşumda sanki ilk kez okuyormuşum gibi heyecanlandığım “Kulak kızartan hamle”, belki de Go dünyasında bilinen en ünlü hamledir.

Bu hamle, 1846 yılında -gelecekte Honinbo ünvanını alacak olan- gelmiş geçmiş en iyi Go oyuncularından kabul edilen Shusaku’nun (ilk adı Kuwahara Torajiro) öğrencilik yıllarında, daha 17 yaşındayken, başka bir Go üstadı Gennan Inseki’ye karşı yapmış olduğu hamledir.

Henüz 10 yaşındayken Shodan (1-dan) olan Torajiro, 13 yaşına geldiğinde 2-dan olmuştur ve bugün onu tanıdığımız Shusaku adını almıştır ve sadece bir yıl sonra, 14 yaşında, 4-dan olmuştur.

O tarihte 50’li yaşlarında olan Gennan Inseki öyle güçlüdür ki onun Meijin (Japonca’da Usta ya da Virtüöz anlamına gelen unvan) kuvvetinde oynadığı söylenir. Bu kadar iyi bir oyuncu olmasına rağmen, tek şansızlığı onun döneminde kendisi kadar güçlü oyuncu bulunmamasıdır (Çünkü Go oyununda gelişmek, her zaman rakibinizin elindedir).

Shusaku henüz 4-dan’dır ve 8-dan olan Gennan ile ilk maçlarında 2 engel (handikap) alarak oyuna başlamıştır. Ancak hemen fark etmişlerdir ki, Shusaku engel taşları olmaksızın da oynayabilecek kadar güçlüdür ve Gennan oyunu yarıda keser. İşte ikinci oyunlarında, yani eşit şartlarda oynadıkları ilk oyunda, Shusaku Go tarihinin belki de en önemli hamlelerinden birisini yapmıştır.

Maçın başlarında Shusaku, Taisha olarak bilinen karmaşık josekide hata yapmış ve Gennan daha oyunun başında belirgin bir üstünlük sağlamıştır (bkz. Diyagram 1)

Beyazın diyagramda görülen 1 numaralı hamlesine cevap olarak, siyahın kırmızı ile işaretli yere oynaması gerekirken, Shusaku 2 numaralı hamleyi yapmıştır.

Fakat bu hata dışında Shusaku 127. hamleye kadar hatasız oynar.

Diyagram 2, o ünlü hamle yapıldığında tahtanın durumu göstermektedir.

Beyaz kırmızı ile işaretlenen 126.hamlesini yaptıktan sonra Shusaku 1 ile görülen Kulak-kızartan-hamleyi yapar (Ear-redding move). Oyunu o sırada Gennan’ın öğrencileriyle beraber birçok insan izlemektedir. Öğrencileri, oyunu Gennan’ın kazanacağından bir an bile tereddüt etmezken, izleyicilerin arasında bulunan bir doktor, Gennan’ın kaybedeceğini iddia eder. Neden kaybedeceğini sorduklarında ise şöyle cevap verir: “Ben bu oyundan pek anlamam lakin Shusaku’nun son yaptığı hamleden sonra Gennan’ın kulakları kızarmıştır. Bu, onun öfkelendiğine bir işarettir.”

127. hamle gerçekten de çok iyi düşünülmüş bir hamledir, çünkü aynı anda 4 amaca hizmet eder: Üst taraftaki siyah moyoyu genişletir, aşağıda bağlantıları kopan 4 siyah taşın kaçışına yardım eder, sağ taraftaki güçlü beyaz duvarın etkisini kırar ve de son olarak sol taraftaki beyazın moyosunu tehdit eder. Kısaca söylemek gerekirse bu hamle hem savunma hem de saldırı amacını taşıyan merkez noktadır.

...ve 325 hamlenin sonunda Shusaku oyunu 2 puanla kazanır.






Kaynaklar:

http://senseis.xmp.net/?Shusaku

http://senseis.xmp.net/?EarReddeningMove

3 Şubat 2011 Perşembe

Lasker’ler ve Go


Satrançla ilgilenen hemen herkes şu ismi mutlaka duymuştur: Emanuel Lasker.

1868 yılında Polonya’da doğan Emanuel Lasker, bir matematikçidir ve felsefeyle de yakından ilgilenmektedir. Ancak onu tüm dünya çapında üne kavuşturan branş; Satrançtır. Tam 27 yıl boyunca (1894-1921 arasında) ünvanını Capablanca’ya kaptırana kadar Dünya Satranç Sampiyonu olarak kalmıştır. Albert Einstein’ın da yakın bir dostu olduğu söylenen Emanuel Lasker, bir dönem (1906 yılında) Go ile de ilgilenmiştir. Kısa süren bu ilgisinin sebebi de başka bir Lasker sayesinde olmuştur.

Satrancın karmaşık dünyasından çıkıp da, Go oyununun sade ve sonsuz olasılıklı dünyasına girersek karşımızda diğer Lasker’i görebiliriz: Edward Lasker.

Mühendis ve de yazar olan Edward Lasker, 1885 yılında Prusya’da doğmuştur. Ünlü bir satranç oyuncusu olmanın yanında ünlü bir Go oyuncusudur ve Go oynayan herkesin çok iyi bildiği şu cümleyi o söylemiştir: “Eğer dünya dışında yaşayan canlılar varsa, mutlaka Go oynuyorlardır.”

Edward Lasker, Emanuel Lasker’le olan isim benzerliğinden dolayı sıklıkla karıştırılır, hatta kardeşi olduğu bile söylenegelmiştir. Ancak aralarında sadece uzak bir akrabalık ilişkisi vardır ve bunu da uzun yıllar süren arkadaşlıklarının sonlarına doğru Emanuel Lasker’in kendi ailesine ait bir soyağacının dallarından birinin ucunda Edward’ın da adına rastlamalarıyla anlamışlardır. (Dedelerinin dedelerinin babası aynı kişidir.)

Edward, Go oyununu ilk kez bir dergide “Satranca rakip bir oyun” olarak okuduğunda duymuş ve bunu oldukça komik bulup, üzerinde durmamıştı. Daha sonra bir gün, sürekli satranç oynadığı kafedeki bir müşterinin, bir Japon gazetesinin arkasındaki Go oyununa baktığını gördü. O kişi gazetesini bırakıp kafeden çıktıktan sonra Edward, arkadaşı Max Lange ile hemen gazeteye yöneldi ve oradaki Go diyagramını çözmeye çalıştılar. Ancak gördükleri diyagram henüz tamamlanmamıştı ve biraz evirip çevirdikten sonra oyunu siyahın kazandığını tahmin ettiler. Ancak Japonca bilmedikleri için aynı kafedeki başka bir Japon müşteriye sormaya karar verdiler. Çevriyi duyduklarında şaşırmışladı: Oyun, siyahın terki ile sonuçlanmıştı.

Sonrasında -tam üç hafta boyunca- Max Lange ile bu gizemli oyunu çalıştılar ve o oyunu neden beyazın kazandığını bu sürenin sonunda zar zor anlayabildiler. Bu zorlanma karşısında oyuna duydukları saygı ve takdir artmıştı ve böylece daha da çok ilgilenmeye başladılar, fakat başka hiçbir satranç oyuncusunun ilgisini çekmeyi başaramadılar.

İki yıl sonra Emanuel Lasker ABD’den Almanya’ya Dünya Satranç Şampiyonu ünvanıyla döndüğünde Edward ona Satranca rakip bir oyun bulduğunu söylemiş, Emanuel de bunu kuşkuyla karşılamıştı. Ancak daha sonra kuralları öğrenip bir el go oynadıktan sonra, stratejik olarak oyunun ne kadar derin olduğunu o da anladı. Böylece ikisi birlikte, Japon bir öğrenci olan Yasugoro Kitabatake’den Go dersleri almaya başladılar. Yasugoro’yu engel taşları (handikap) olmaksızın yenebilmeleri de tam olarak iki yılı buldu.

Daha sonra Kitabatake, Almanya’yı ziyaret etmekte olan ve aynı zamanda usta bir Go oyuncusu olan Japon bir matematikçi ile bir karşılaşma ayarlar ve Edward, Emanuel ve Emanuel’in kardeşi Berthold -üçü kafa kafaya vererek- 9 tane de engel taş alarak usta oyuncu ile bir maç yaparlar. Hamlelerini ne kadar derin düşünmüş de olsalar, Usta rakipleri karşısında hiç varlık gösteremezler, hatta Japon Usta kendi hamlelerini neredeyse hiç düşünmeden oynar.

Maçın sonunda Emanuel, arkadaşı ve uzak akrabası Edward’a şunu önerir: “Go öğrenmek için Tokyo’ya gidelim.”

Ancak o dönemde Almanya’da AEG firmasında çalışan Lasker, Tokyo’daki fabrikaya transfer edilme talebinde bulunmuş olsa da, iyi İngilizce bilmediği için bu talebi ertelenmiş ve dilini geliştirmesi için İngiltere’ye gönderilmiştir. Arkasından 1.Dünya Savaşı patlak vermiştir ve Tokyo’ya gitmeyi asla başaramamışlardır.

İleriki yıllarda Amerika’ya gitme izni alan Edward, Amerika’da Go oyunun gelişmesinde American Go Association’ın kurucusu Lee Hartman ve Karl Davis Robinson ile beraber en önde gelen kişilerden birisi olmuştur.

Edward Lasker’ın satranç hakkında yazdığı birkaç kitabın yanında “Go ve Go-Moku” adında bir Go kitabı vardır.

Ve işte o ünlü cümlenin tamamını da şu şekilde dile getirmiştir:

“Satrancın Barok kuralları sadece ‘insan’ tarafından yaratılabilmişken, Go’nun kuralları öyle zarif, canlı ve sağlam bir mantığa dayanmaktadır ki, eğer evrenin başka bir yerinde yaşayan canlılar varsa, onlar mutlaka Go oynuyorlardır.”



19 Eylül 2010 Pazar

Bir Milyon Hayat Yaşayan Kedi


Bir zamanlar, bir milyon hayat yaşamış bir Kedi vardı.

Bir milyon defa öldü ve bir milyon defa yaşadı.

Hakikatten müthiş tekir bir Kediydi.

Bir milyon insan onu sevdi,

ve bir milyon insan, o öldüğünde ağladı.

Ama Kedi bir kez olsun ağlamadı.


Bir keresinde Kedi, bir krala aitti.

Kedi kraldan nefret ediyordu.

Kral savaşmakta ustaydı, bu nedenle hep savaşlara giderdi.

Giderken Kediyi güzel bir kafese koyar, yanında götürürdü.

Bir gün, serseri bir ok Kediye isabet etti ve kedi öldü.

Savaşın ortasında kral Kediyi eline aldı ve ağladı.

Kral savaşı terk edip kalesine, evine döndü.

Sonra Kediyi kalesinin bahçesine gömdü.


Bir keresinde Kedi, bir denizciye aitti.

Kedi denizden nefret ediyordu.

Denizci Kediyi dünyanın tüm denizleri ve körfezleri boyunca yanında gezdirdi.

Bir gün, Kedi kayıktan düştü.

Kedi yüzme bilmiyordu.

Denizci çabucak Kediyi bir ağ ile yakaladı ve onu kayığa geri çekti.

Ama Kedi sırılsıklam olmuştu. Hastalandı ve öldü.

Denizci, artık ıslak bir paçavraya dönmüş Kediye sarıldı,

ve hüngür hüngür ağladı.

Sonra Kediyi uzak bir kıyı-şehrinin meydanında bir ağacın altına gömdü.


Bir keresinde Kedi, bir sirk sihirbazına aitti.

Kedi sirkten nefret ediyordu.

Her gün, sihirbaz Kediyi küçük bir kutuya koyuyor,

ve sonra kutuyu testereyle ikiye bölüyordu.

Sonra Kediyi sapasağlam olarak kutudan çıkarıyordu,

ve seyirciler alkışlayıp, neşeleniyordu.

Bir gün, sihirbaz bir hata yaptı, ve Kediyi de ikiye böldü.

Sihirbaz Kedinin iki parçasını aldı, her biri bir elinde sallanıyordu,

ve hüngür hüngür ağladı.

Kimse alkışlamadı ve kimse neşelenmedi.

Sonra sihirbaz Kediyi sirkteki en büyük çadırın altına gömdü.


Bir keresinde Kedi, bir hırsızın Kedisiydi.

Kedi hırsızlıktan fazlasıyla nefret ediyordu.

Hırsız geceleri şehre giderken Kediyi de yanında götürüyordu hep,

tıpkı bir kedi gibi, karanlık arka sokaklardan sıvışıyordu.

Hırsız sadece köpeği olan evleri soyuyordu.

Köpekler Kediye havlarken, o da güvenle eve giriyordu.

Bir gün, Kedi bir köpek tarafından ısırıldı, ve öldü.

Hırsız Kediyi ve çaldığı bir elması da kucaklayarak arka sokaklardan yürürken,

hüngür hüngür ağladı.

Sonra evine gitti ve Kediyi küçük avlusuna gömdü.


Bir keresinde, Kedi yaşlı ve yalnız bir dulun Kedisiydi.

Kedi yaşlı ve yalnız duldan gerçekten nefret ediyordu.

Dul, her gün Kediyi dizlerinin üzerine oturtup,

küçük penceresinden dışarıyı izliyordu.

Kedi tüm gün dulun dizleri üzerinde yatıyor, kestiriyordu.

Zamanla, Kedi yaşlandı, ve öldü.

Kocamış yaşlı dul, kocamış yaşlı Kediyi kucakladı,

ve tüm gün ağladı.

Sonra Kediyi bahçesindeki bir ağacın altına gömdü.


Bir keresinde, Kedi küçük bir kızın Kedisiydi.

Kedi çocuklardan gerçekten nefret ediyordu.

Küçük kız, ya Kedinin sırtına biniyor,

ya da Kediye sıkıca sarılırak uyuyordu.

Kız ağladığında, gözyaşlarının Kedinin üzerine siliyordu.

Bir gün küçük kız, yine Kedinin sırtına bindi,

boynuna da bir ip geçirmişti ve Kedi öldü.

Küçük kız, boynu sarkık Kediyi kucakladı,

ve tüm gün ağladı.

Sonra Kediyi bahçesindeki bir ağacın altına gömdü.


Kedi, ölmeyi hiç önemsemedi.


Bir keresinde, Kedi hiç kimsenin kedisi değildi.

Bir sokak Kedisiydi.

Hayatında ilk defa, Kedi, kendisine aitti.

Kedi gerçekten kendisini çok ama çok sevdi.

Biliyorsunuz, müthiş tekir bir kediydi,

Şimdi de müthiş bir sokak Kedisi oldu.


Tüm dişi kediler onun eşi olmak istediler.

Kimi ona hediye olarak büyük balıklar getirdi.

Kimi ona hediye olarak en iyi fareleri getirdi.

Kimi ona sıra dışı seyahatlerinden hediyeler getirdi.

Kimi ona, en mükemmel kaplandan daha mükemmel olduğunu söyledi.

Kedi şöyle dedi: “Ben bir milyon defa öldüm. Bunca zaman sonra, bunlar ne kadar da eğlendirici şeyler!”

Kedi kendisini hiç kimsenin sevmediği kadar çok sevdi.


Ona doğru bakmayan tek bir dişi kedi vardı.

Bu çok güzel beyaz bir kediydi.

Kedi, beyaz kedinin yanına gitti ve dedi ki: “Ben bir milyon defa öldüm!”

“Öyle mi.” dedi beyaz kedi sadece.

Kedi buna biraz sinirlendi, çünkü biliyorsunuz, kendisini herkesten daha çok seviyordu.

Ertesi gün ve ertesi gün Kedi, beyaz kedinin yanına gidip:

“Muhtemelen sen sadece bir defa yaşayacaksın, biliyorsun değil mi” dedi.

“Öyle mi.” dedi beyaz kedi sadece.



Bir gün Kedi, beyaz kedinin karşısında durdu

ve tek hamlede üç parende attı.

Sonra dedi ki: “Bir keresinde, ben bir sirk kedisiydim.”

“Öyle mi.” dedi beyaz kedi sadece.

“Biliyorsun, ben bir milyon defa öl...” diye başlamıştı Kedi, ama sonra beyaz kediye:

“Yanında dursam senin için sorun olur mu?” diye sordu.

“Hayır” dedi beyaz kedi.

O günden sonra Kedi, hep beyaz kedi ile birlikte durdu.



Beyaz kedinin birçok ama birçok küçük kedi yavrusu oldu.

Kedi bir daha “Biliyorsun, ben bir milyon defa...” demedi.

Beyaz kediyi ve onun tüm yavrularını kendisini sevdiğinden daha da çok sevdi.


Zamanla, tüm yavru kediler büyüdü,

ve kendi yollarına gittiler.

“Hepsi de muhteşem kediler oldular, değil mi?”

dedi Kedi, memnuniyetle.

“Evet.” diye mırıldadı beyaz kedi yavaşça.

Beyaz kedi biraz yaşlandı.

Kedi, daha yavaşça mırıldandı.

Beyaz Kediyle daima birlikte yaşamak istedi.


Bir gün beyaz kedi, Kedinin yanında uzandı, sessizce ve de kıpırdamaksızın.

Kedi hayatında ilk defa ağladı,

tüm gün ve tüm gece boyunca.

Tüm gün ve tüm gece boyunca, milyon ve milyonlarca gözyaşı döktü.

Günlerce ve gecelerce, Kedi ağladı,

ta ki bir gün, güneş tepede ışıldarken, ağlamayı durdurdu.

Beyaz kedinin yanına uzandı, ve sakince, o da kıpırdamayı durdurdu.


Kedi bir daha hayata yeniden gelmedi.



Sano Yoko

1977



Çev.:Doğukan Sarıkaya

Sevgili Japon Dostum Yukari'ye çok teşekkürler...


İngilizce metin için:

http://www34.brinkster.com/worldshards/random/million.htm

9 Nisan 2010 Cuma

Keyifli Bir Sohbet: Go

Go oyuncularının çok aşina olduğu bir deyiş vardır. Derler ki; Go oyunu, hayatı yansıtır. Tahtada hayatın yansımasını görmek birçok oyuncunun deneyimlediği bir şey olmasına rağmen, herkesin bu yansımayı algılayışı ve tahtada gördükleri ve tahtada ‘yaşadıkları’ ve de sonuç olarak ‘hissettikleri’ oldukça farklıdır. Bunun sebebi de her hayatın farklı olması (ve her Go oyunun da farklı olması)’dır muhtemelen.

Bir turnuvaya katılıp, tahtanın başına geçip de taşlara dokunmak, tarifini yapmanın çok da kolay olmadığı bir keyiftir. Sözünü ettiğim keyfin, taşlara dokunmaktan ibaret olduğu ya da bunun hemen yaşanıp bittiği sanılmasın. Taşlara dokunmak sadece oyunun ve de keyfin başlangıcıdır. Oyun -ve paylaşım (ki bu hem alanların paylaşımı, hem keyfin paylaşımı, hem atmosferin paylaşımı ya da tek bir kapsayıcı bütün olarak “paylaşım” olabilir)- başladıktan sonra Go oyuncusu, sadece yaptığı her hamleden değil, aynı zamanda yapmadığı -fakat düşündüğü- bütün hamlelerden de keyif alır. Eğer keyif almıyorsa bile, uzun go oynama serüveni boyunca bunu çok güzel öğrenecektir.

Birçok go oyuncusunun “Oyunu kaybettim, ama çok keyifli bir oyundu” demesi -demese bile böyle hissetmesi- sanki go oyununun diğer oyunlara göre tam da anlattığım “keyiflik” oyun oluşunu kanıtlar niteliktedir. Ve oyun-oynamaktan-keyif-alan-insanlar, oyun-oynamak-konusunda-herhangi-bir-heyecan-duymayan-insanlardan farklı olarak şunu gerçekten çok iyi bilirler: Oyunun amacı, oyunun sonunda rakibi yenmek değildir. Oyunun amacı, keyifli vakit geçirmektir. Dolaysıyla Go oyuncuları sonuca değil, sürece odaklıdır.

‘Rakip’, bir Go oyununda olmazsa olmazdır. Hem alanların hem de keyfin paylaşılması ancak bir başkasının varlığıyla gerçekleşebilir. Rakip olmasa, tahtanın tek başımıza ‘mutlak sahibi’ olurduk ve hamle yapmamıza gerek kalmazdı, bu durumda paylaşıma da gerek kalmazdı. Rakibin varlığı, paylaşıma sebep olur ve paylaşım da keyfe... Bu nedenle karşımızda oturan rakibe saygı (ve de sevgi) duyarız. Ancak rakibi sevmek (ve saymak) için tek sebep bu değildir. Başka sebepler de vardır: Nasıl ki bir sohbetten aldığımız keyif, karşımızdaki kişinin bizimle aynı dili, aynı eksende konuşuyor olmasına bağlıdır, Go oyununda da keyifli bir oyun, rakibin seviyesinin bizimkisine yakınlığıyla doğrudan alakalıdır (İki adet yirmi-kyu’nun paylaşımında (oyunlarında) ortaya çıkan haz, iki adet bir-dan’ın paylaşımında (oyunlarında) ortaya çıkan hazla aynıdır). Dahası, nasıl ki bir sohbetten öğrendiğimiz yeni ve ilginç fikirler, karşımızdaki kişinin fikir-zenginliğine ve düşünce-derinliğine bağlıysa, Go oyununda da öğretici bir oyun, rakibin yaptığı hamlelerin, bizim tahminlerimizin (beklentilerimizin) ötesine geçebildiği ölçüde gerçekleşir.

Bu nedenle Go oynamak; konuşmaksızın, fikir(alan) paylaşmaktır. Derin bir sohbettir.

Ve ‘rakip’, aslında sohbet ettiğimiz ‘dost’umuzdur.

(Siyah beyazdır, beyaz siyahtır.)

...

Go tahtasının sonsuz olasılıklar denizinde yüzmeye hazır olan kişi, eğer dostu da buna hazırsa, oyuna kimin başlayacağına karar vermek üzere onunla “Nigiri” yapar. Taşlara dokunmanın keyfi, Nigiri esnasında daha da katlanır. Nigiri “konuşmadan anlaşabilmenin” başlangıcıdır. Dostlar, iyi oyunlar diledikten sonra ilk kez Nigiri ile sözcükleri bırakıp, “sükûnetle konuşurlar”. Nigiri, sohbete-başlayanı (siyah) ve sohbetin-nasıl-devam-edeceğine-karar-vereni (beyaz) belirler. Sohbete-başlayan (ilk hamleyi yapan) sohbetin konusunu da seçmiş olur (oyunun başlangıcını da belirlemiş olur).

Nasıl ki bir sohbetin konusunu uzun uzun düşünerek ve hesaplayarak seçmiyorsak, ilk hamleyi yapan da uzun uzun düşünmez ilk hamlesini. Sezgiseldir, içtendir ve öylece koyar taşını, karşıda bir noktaya.

Karşıda bir noktaya koyar çünkü eğilir dostunun önünde... Saygıyla...

Sohbeti-devam-ettirecek-olan da, sohbeti-başlatan kadar içtendir. Hangi konunun seçildiğine aldırmaz, sohbeti-başlatanı yadırgamaz, konunun ne olduğuna bakar sadece, sonra sohbet koyulaşsın diye o da söyler söyleyeceklerini...

Ve sohbet böylece başlar...

Go oyuncuları taşlarını severler ve bu sevgi, hayattaki sevgi kavramının aynısıdır. Vurgulayarak yinelemek istiyorum ki, bu sevgi, hayattakine “benzemez”, hayattakinin “aynısıdır”. Sevgi (ve de aşk) nasıl ki, zaman zaman kalıcı yaralar açabilecek kadar derin oluyorsa insanın yüreğinde, Go taşlarına duyulan sevgi de tıpkı böyledir. Aşırı bağlılık, onları bırakma zamanı geldiğinde (eğer gelirse) büyük bir hüsran yaratır. Bu hüsrana uğramamak için kişi nasıl ki sevdiğini, her an onu kaybedecekmiş gibi sevmeliyse, taşlarını da aynen öyle sevmelidir. İlk koyduğu taştan, son koyduğu taşa kadar... Hem de onları birbirine yeğ tutmadan, eşit bir sevgi ile sevmelidir. Nasıl ki bir sohbette sarf edilen tüm kelimeler, anlamı (bütünü) oluşturur ve herhangi birinden vazgeçilmez (çünkü birisinden vazgeçmek, anlamdan feragat etmektir), Go oyuncusu da her taşını bir diğerinden (k)ayırmadan sever. Ve dahası, dostunun taşları da bu sevgiye dahildir. Çünkü Go oyuncusu bilir ki, dostunun yaptığı her hamle (söylediği her sözcük), kendisine tanınan yeni bir hamle yapma (yeni bir söz söyleme) şansıdır.

Go oyununda tutumlu olmak, sohbette tutumlu olmak gibidir ve oldukça önemlidir. Bir sohbette, az sözcükle çok şey anlatmak ne kadar makbulse, Go oyununda da az taşla çok alan paylaşmak o kadar makbuldür. Fazladan koyulan taşlar, gereksiz yere söylenen sözcükler gibidir. Kişinin sohbetten keyif alması, kendisini iyi ifade edebilmesine (de) bağlı olduğu için, sohbetin tüm akışı, dostların “düşündüklerini” karşılarındakilere en iyi şekilde aktarabilmeleri ile sağlanır. Bu nedenle yanlış (ya da gereksiz) söz(ler) söyleyen kişi (kendisini iyi ifade edemediği için) sıkıntılı anlar yaşar.

Ağızdan çıkan sözler, nasıl geri alınamıyorsa, yapılan hamleler de artık yapılmıştır ve dönüşü olmaz. Yanlışlıkla söylenen bir sözün geri alınması için birçok söz söylemek gerektiği gibi, yanlış bir hamlenin düzeltilmesi de birçok başka hamle gerektirebilir. Ve bazen, yanlış şeyleri sanki hiç söylememişiz gibi davranıp, dostumuzun bunu görmezden geleceğini umarak nasıl susarsak (utançla bazen), tahtadaki yanlış bir hamleyi de öylece bırakabiliriz, hatamızı başka bir yerde bir şekilde telafi edeceğimizi umarak.

Yanlış hamle ‘aji’lere sahiptir, yanlış sözcük de acılara sebep olur. (Acaba düzeltebilir miyim? / Keşke söylemeseydim...)

Go oyununda taşlar “esir olur” diye bilinir. Hatta kimileri onların ‘öldüklerini’ bile iddia eder. Hâlbuki bu yanlıştır. Bırakınız ölmeyi, hiçbir taş Go oyununda esir olmaz. Esaret, yanlış yerde ya da yanlış zamanda söylenmiş olan (ve bizi pişmanlığa sürükleyen) sözcüğün sohbetten çıkarılması ve dosta ödünç verilmesidir. Misafirliktir. Dostun misafirperverliğini ölçmek için bir fırsattır. Ve oyunun sonunda misafirlik sona erdiğinde, fazladan söylenmiş olan bu sözler, olmaları gereken yerlere geri dönerler.

Go oyuncuları bu oyunu “tutkuyla” oynarlar. Ancak tutku her zaman oyuncunun yüzüne yansımadığı için, dıştan bakan bir göz bunu kolaylıkla anlayamaz. Tutkunun kendisini en çok dışa vurduğu an, her iki dostun da bir konuda uzlaşmaları esnasında gerçekleşir. Sıra-kendisinde-olan-taraf, uzun bir hamle dizisini kafasında kurgular. Bu dizinin sonunda bir kesinliğe (bir sonuca) ulaşmaktadır. Bu durum dostuna da başka bir kesinlik (sonuç) yaratmaktadır ve ona vereceği bu “pay”a razıdır. Aynı esnada sıra-kendisinde-olmayan-taraf da kendi açısından o sonuca ulaşmayı istemektedir. Bunun için karşısındakinin “pay”ına düşen sonucu ona vermeye razıdır. Ancak iki tarafın o esnada bilmedikleri şey, her ikisinin de birbirlerine bu “pay”ı vermeye razı olduklarıdır. Kafalarında uzun uzun bu takası düşünürler (Genellikle bir duvar karşılığında bir alan). Bu aynı zamanda “pay”laşımın netlik kazanacağı andır.

Uzun düşünme seansı, sıra-kendinde-olan-taraf kendisini hazır hissedip de hamlesini yaptığında sona erer. Zaten bunu bekleyen diğeri, hemen cevabını verir, sonra diğeri ve sonra diğeri... Dakikalarca bekleyip düşündükten sonra, üç-dört saniye içinde oynarlar o “kafalarındaki tıpatıp aynı diziyi”. Her ikisinin de kafasında canlanan kurgu, tahta üzerinde hızla vücut bulur. İşte bu hızlı oynayış gösterir ne kadar “tutkulu” olduklarını. Ve bu “konuşmadan-anlaşma-hali” her ikisinin de başından beri istedikleri o kafalarındaki “aynı” sonuca ulaşmaları ile son bulur.

Go, aşktır. Çünkü şu “konuşmadan-anlaşma-hali” öyle bir hissiyattır ki, birbirlerinden hoşlanan erkek ve kadının ‘çeşitli sebeplerden’ birbirlerine bunu söyleyememelerindeki sessiz “razı oluş”un yarattığı etki ile aynıdır. Ve o tutku dolu hızlı hamleler de, aralarındaki engel(ler) kalktığında ilk kez dokunan, ilk kez öpen, ilk kez sevişen çiftin tutkusuna benzer.

Go oyununda talep eden aynı zamanda razı olandır. Razı olan da talep edendir. Ve iki taraf da mutludur bu takastan.

...

Go oyunu -tüm sohbetler gibi- bitmeye mahkûmdur. Ancak yine de, oynayanlarda “sonlu bir sonsuzluk” hissi uyandırır. Sonsuzdur, çünkü hiçbir oyun (ve sohbet) bir diğerinin aynısı değildir, olamaz da. Ve sonludur, çünkü sonsuz ihtimallerden sadece bir tanesi gerçekleşir ve “gerçekleşme eylemi” kendi içinde ‘sonu’ olan bir kavramdır. (‘Sonsuzluk’, ‘somutlaşınca’ ‘son’ bulur.)

Ve bu nedenle go oyunu ironiktir, çünkü sonsuz ihtimalli bir oyun olmasına rağmen, “sonsuzluğu” (ko’yu) yasaklar (Benzer bir yaklaşım sohbetlerde de yaşanır: Keyifli bir sohbetin kısır bir döngüye girmesi istenmez ve bir taraf mutlaka sohbetin konusunu başka yere çeker).

Oyunun sonlarına yaklaştıkça, yapılan hamlelerin amaçları daha keskin ve belirlidir. Bu haliyle oyun, ‘önce konuların yüzeysel olarak tartışıldığı, ardından bunların daha da ayrıntısına girildiği bir sohbet’e benzer. Sohbette heyecan giderek artar. İki dostun bu keyifli paylaşımında, üzerinde uzlaşamadıkları noktalar sona yaklaştıkça daha çok gün yüzüne çıkar. Sohbetin genel konusunda anlaşma çoktan sağlanmıştır, fakat geriye ayrıntıların belirlenmesi kalmıştır. Sözler sarf edilmeden önce daha çok düşünülür, daha temkinli hareket edilir bundan sonra.

Söylenecek son ‘önemli’ fikirler söylenir (kalan büyük noktalar paylaşılır) sırayla. Ve nasıl ki keyifli bir sohbetin sonunda, kişinin uzun uzun konuştukları konu hakkında, karşısındakiyle paylaşacak daha fazla düşüncesi kalmaz (çünkü paylaşacağı her şeyini paylaşmıştır), oyunun sonunda da paylaşacak bir yer kalmaz artık. Bunu ilk fark eden taraf, artık paylaşmayacağını bildirir ve karşısından da aynı karşılığı aldığında oyun nihayete erer. (Bazen bir tarafın söyleyecekleri bitmez ve devam eder anlatmaya, ta ki o da anlatmak istediklerini bitirene kadar.)

Uzun paylaşım sonunda ortaya bir resim çıkar. Bu resim önceden yapılmış başka hiçbir resme benzemeyen ve tekrar yapılamayacak olan bir resimdir. Alınan keyfin ve yapılan sohbetin eşsiz görüntüsüdür.

Tıpkı “taşların esir olduğu ‘sanrı’sı” gibi, Go oyuncularının bir diğer (ve son) yanılgısı da bu noktada başlar: Dostlardan birinin kazandığı, diğerinin kaybettiği sanılır. Hâlbuki bir sohbetin sonunda birilerinin kaybettiği görülmediği gibi oyunun sonunda da bir kaybeden yoktur. Fikirlerini paylaşmış (ve bu nedenle dostlukları daha da pekişmiş) iki dost vardır ortada. Paylaştıklarıyla ve öğrendikleriyle, “ikisi de” kazançlıdır bu keyifli sohbetten. (Hatta, sözüm-ona-kaybedenin daha kazançlı çıktığı bile savunulabilir, çünkü insanın yanlışını öğrenmesi, edinilmesi zor olan bir bilgidir.)

Go oyunu, en nihayetinde, Tanrısaldır, insana coşku dolu bir “yaratma” gücü ve heyecanı verir. Çünkü bir var-etme oyunudur. Yaşam alanları inşa edilir. Hem de bu var-etme işi, yokluktan başlar.

‘Yoktan’, ‘var’ edilir.

Yokluktan varlığa bir yolculuk, hatta destansı bir varoluş serüvenidir.

Go; keyifli bir sohbeti, dostlarla ‘var-etmek’tir.



(Fikirlerini paylaşan tüm Go oyuncularının katkılarıyla, Nisan 2010)